31 Aralık 2015 Perşembe
Hiçbir Zaman Yeterince Deliremeyeceğiz / Osman Cihangir
...
Yayımlanan
ilk öyküsü "meşhur" Hasar Sözlüğü, aslında onun öyküleri adına söz
söyleyecek herkese bazı ipuçları veriyor. Osman'ın öyküleri, ağır hasarlı
tiplerle dolu. Hayatın sillesini yemiş, sendelemiş, ama bir şekilde ayakta
kalmayı başarmış ve sonunda hasarlarıyla eğlenmeyi, hadi yaşamak diyelim,
öğrenmiş tipler.
Ben bu
kitabı, Hasar Sözlüğü öyküsünün şu son cümlesiyle hatırlayacağım: "Hiç
hasar almamak mümkün mü Betül? "
Aykut
Ertuğrul
Ha.
Dış Kapının Mandalı / Arzu Uçar
"2015
Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü'ne değer görülen Arzu Uçar, birbirlerini gören, ama
duymayan; duyan, ama görmeyen karakterlerin ilişkilerini anlatırken eşyanın
sessiz dilini kullanıyor. En sarsıcı duyguları bile, sükunetini kaybetmeden
okura aktarıyor. "Dış Kapının Mandalı" sadece hayata pamuk ipliğiyle
bağlı insanların değil, bir bakıma pamuk ipliğinin, yani nesnelerin de
öykülerini içeriyor.
Demirin
soğuğu, şelalenin gürültüsü, bir bluzun kokusu, bir eldeki kahverengi lekeler
kimlik kazanarak bizi peşlerinden sürüklüyor. Ama, bütün bu yolculukların sonu,
yalnızlığa çıkıyor. Yalnızlığı delip geçecek sırrı ise kimse bilmiyor."
Okunması tavsiye edilir.)
17 Aralık 2015 Perşembe
Ruhumu Senden Toplayıp Kalkıyorum..
Huzursuz
bir kalbim var benim.
Karanlıkta
söyleyebiliyorum bunu ancak. Kalbim görmesin.
Karanlığı
bir tek cılız mavi ışık tırmalıyor ve ben gözlerini görebiliyorum bu esnada.
Karanlık, benim huzursuz kalbimi, senin bedenini, benim buruşuk gömleğimi,
senin sigara dumanını, benim çocukluğumun sefer tasını, senin kaçamak
anılarını, benim gözyaşlarımı, senin şefkatini örtüyor ve fakat senin gözlerini
örtmeye gücü yetmiyor.
Karanlık,
Für Alina’nın piyano seslerini, komşu kadının kıskanç sözlerini bile örtüyor ve
fakat, ve elbette şükürler olsun, senin gözlerini örtemiyor.
Senin
gözlerini hep görüyorum. Senin gözlerindeyken yakalıyor herkes. Aynı masada
oturduğumuz herkes, kalkarken, benim gözlerimi, sözlerimi, yarınımı, senin
gözlerinden toplayıp kalkıyor. Paramparça ruhumu senin gözlerinden toplayıp
kalkıyoruz. Çünkü kırılgan bir ruhum var benim.
Birazdan
gideceksin farkındayım. Ama dinle yine de. Sen ve gitmek ne kadar
yakışıyorsunuz! Seni andığım her yerde bir gitmek peyda oluyor. Aslında ikimiz
de birbirimize çok yakışıyoruz ama işte gitmek sana benden çok yakışıyor. Çünkü
ben gidemeyenlerdenim.
Şunu
söyleyeyim öyle git. Arkadaşların biraz daha beklesin gürültülü müzik çalan o
dar mekanlarda.
Benim
huzursuz bir kalbim var. Yabancı şehre gelmiş bir körün tedirginliğiyle
yürüyorum sokaklarda. Adımlarım yavaş. Yavaş konuşuyorum.
Oturmuş,
elimde bir kalem. Oturmuş, hayalimde sen. Oturmuş, karşımda Tanrı’nın ve seni
seven ve seni kaybetmiş ve seni özleyen diğer insanların öfkesi. Ah onlar hiç
gitmiyor karşımdan! Benden bıkmanı bekliyorlar.
Oturmuş,
önümde bir kağıt. Yazıyorum. Yaşamayı bilmeyenlerin yaptığını yapıyorum
diyelim.
Sen
İsmet Bey’i biliyor musun? Özel’i? “Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?”
demişti ondan sordum. Ben çok severim.
Ne
diyordum?
Oturmuş
yazıyorum; hiç gidemediğim sokakları, sevgili olamadığım kadınları, sana
edebileceğim vedaları. Bak buna bir türlü karar veremiyorum biliyor musun?
Sana
nasıl veda edebileceğime yani. Kaç kere yazdım biliyor musun? Çok. Beğenmedim
hiçbirini.
Sana
Kafka’dan aldığım cümlelerle vedalar hazırlıyorum. Şaşkın, ne diyeceğini
bilemeyen bir adam gibi. Senin için Turgut’tan, Edip’ten de ödünç mısralar
aldım, söylemesi zor.
Vakit
çok geçmiş farkında değilim.
Hiçbir şey söylemedim biliyorum.
Hiçbir şey söylemedim biliyorum.
Belki,
belki gittiğinde söylerim. Sen acele etme yine de.
Ama
şimdilik git. Müzik bitmeden, arkadaşların gitmeden.
Tarık Tufan
Tarık Tufan
Aşkı Şeyh Galip'ten Öğrenmedik mi?
Hayattan
yorulduğum zamanlarda kapağını kaldırdığım bir defterim var benim.
Şiirler,
mısralar biriktirmişim onda. Altını çizdiğim satırları aktarmışım sayfalarına.
Bu gün de o defterin yapraklarını çeviriyorum ve Fuzulilerin, Muhıbbilerin,
Bakilerin üzerinden geçip Şeyh Galip beyitlerinde karar kılıyorum. Karar kılmak
değil aslında benimki, orada takılıp kalıyorum, daha ileri geçemiyorum. Yıllar
önce çok soğuk bir kış akşamında gittiğim bir konser esnasında davetiyenin
boşluklarına kargacık burgacık bir yazıyla kaydettiğim şu mısralar çarpıyor
gözüme çünkü. Aşkı Şeyh Galip'ten öğrenmedik mi?
Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni
Böyle yazmış alnıma kilk-i kazâ sevdim seni
Ben bu sözden dönmezem devreyledikçe nüh felek
Şâhid olsun aşkıma arz u semâ sevdim seni
Kaderin alnına yazdığı sevdadan -sevgili yüz bin cefa etse bile- vaz geçmeyen, dokuz kat gök devrettiği müddetçe sözünden dönmeyecek olan Galip bu aşka yeri ve gökleri tanık tutmaktadır. Bundan büyük söz olur mu? Değil mi ki şairin cihandaki itibarı, âşıklar arasındaki şöhreti bile efendi bildiği sevgiliden mütevellittir:
Efendimsin cihânda i'tibârım varsa sendendir
Miyân-ı âşıkânda iştihârım varsa sendendir
Dahası sevgili, Galip'in hayatının bereketi, ruhunun semeresidir; şairin, ömür sermayesinden bir kârı varsa o da sevgilidendir:
Benim feyz-i hayâtım hâsıl-ı rûh-ı revânımsın
Eğer sermâye-i ömrümde kârım varsa sendendir
O sevilen ki bir sözüyle şairin yıkık gönlünü onarmış, onun şefkatinin şafağı sevenin karanlık gönlünü ışıklar içinde bırakmıştır:
Bir sühanla dil-i vîrânımı ma'mûr etti
Şafak-ı şefkati bu gönlümü pür nûr etti
Böylesi bir aşkı bulan âşık, sevgilinin güzelliği gibi cefasının da bitimsiz olması için isteklidir. Besbelli cefa da aşktandır. Yeter ki cihanda hiç kimse sevgiliyi kolayca sevmesin:
İsterim hüsnün gibi cevrine pâyân olmasın
Tek seni sevmek cihân halkına âsân olmasın
Gerçi hiç kimse şairin gönlündeki ateşin sebebinden haberdar değildir. Lâkin aşkın kendisi yeteri kadar zahmetli iken bir de onu saklamaya çalışmak ikinci bir külfet doğurur. Üstelik sevenin âh'ının dumanları her zaman tütmekte olduğu halde bu böyledir:
Kimse bilmez bâis-i sûz-ı dilim Gâlib benim
Derd nâ-ma'lûm iken her gâh âh etmek de güç
Zaten Galip, “düştü” redifli gazelinde kısmet kumaşının dağıtıldığı ezel meclisinde kendisine muhabbet payı olarak, düşe düşe paramparça bir kalbin düştüğünden şikâyet etmiştir:
O zaman ki bezm-i cânda bölüşüldü kâle-i kâm
Bize hisse-i muhabbet dil-i pâre pâre düştü
Aynı gazelin daha ilk beytinde kalbin
camdan kayığı taşlık yola düşünce dayanamamış, paramparça olmuştur:
Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şîşedir bu reh-i sengsâre düştü
Neticede Galip aşktan ve onun hallerinden -ki kalbini yakıp bitirmiştir- âh eden kişidir. Ama biz aşktan başka şeyler de öğrenmişizdir Galip'ten hayata dair. Çekilenlerin bu dünyada kalacağını, mutluluk demleri gibi sıkıntı dönemlerinin de sonsuza kadar sürmeyeceğini. Çünkü dünya, âdettendir, böyle hükmeder:
Çekilenler kalır Es'ad bu cihân içre hemân
Vakt-i şâdî de gelir mevsim-i mihnet de geçer
Nazan Bekiroğlu
12 Aralık 2015 Cumartesi
Karanlığa Işık Yaktılar.. (Yolculuklarınız uzundur mevsimler boyu bitmez.)
“Anita küçük bir köyde başlamıştı hayata. Kendisinden büyük üç kardeşi ile bahçede oynayabilmek için neredeyse üç yıl beklemesi gerekmişti. Henüz oyunları anlayabilecek yaşta olmadığını söyleyerek bir kenara itip ‘seyirci de lazım’ diyorlardı gülerek. Anita seyirci olmanın da oyuna katılmak olduğunu düşünerek itildiği kenarda tebessümle görevini en iyi şekilde yerine getirmeye çalıştı. Sıkılmadı. ‘Yeter artık!’ demedi. Küsmedi. Hiç ağlamadı. Seyircilerin en iyisi olmayı diledi hep. Sonra Anita artık oyunları anlayabilecek yaşa geldiğine inanarak bir gün, çok iyi anımsıyordu, ağaçların yeni yeni çiçek açtığı ılık bir sabahtı, oyuncuların yanına sokularak fısıldadı: ‘Yanınızda durabilir miyim?’ En büyükleri hayretle baktı Anita’ya. ‘Bunca zamandır neden o basamakta oturduğunu söyle önce’ dedi. Anita çok şaşırmıştı. Böyle bir cevap beklemiyordu. Bir şey söyleyecek oldu, vazgeçti. En büyük kardeşinin yeşil gözlerine baktı. Cesaretini toplayıp sonunda, ‘ben seyirci’yi oynuyordum’ diyebildi. En büyük kardeşi acımasızca, ‘madem öyle’ dedi, ‘bundan sonra sen hep seyirci ol.’ Anita o günden sonra iyi bir seyirci olarak hayatta ilerlemeye başladı. Gördüğü her şeyin bir seyirciye ihtiyacı olduğunu düşünerek, gördüğü her şeye ne kadar iyi bir seyirci olduğunu göstermeye çabaladı.”
Yolun
başında yorulursunuz.
Avuçlarınız
terler kaldırım taşlarını sayarken.
Dalgalar
öper kelimelerinizden.
Bir
kibrit çöpü şahittir bütün yaşanmışlara.
Ve
karanlık çöker kızıl saçlarınıza.
‘İstemediğim
ne çok şey var’ diyen Sokrates’e bir perşembe pazarında katılırsınız.
Öykülerin
kalbinde derin uykulara dalarsınız bir uğur böceği eşliğinde.
Kar
taneleri bir külçe ağırlığında yeri hedeflediğinde yıkılır çocuğun kardan adam
hayalleri.
Saçınıza
yıldızlı şehir bayramları takar öyle çıkarsınız ikinci kat komşunuza.
Ve
gözlük camınızın yaprakları dökülür.
‘Ben’
diye başlayan cümleler evinizi doldurunca temizlik malzemeleri korkuya kapılır.
Bardaktan
boşanırcasına yağan yağmur denizi deler geçer.
Cebinde
kanguru saklayan çocuğun ev adresini bulabilmek için yedi tepeli şehri
dolanırsınız.
Lâhitler
açılır bir bir ışığa, ölüm çıkar karşınıza.
Ve
hayat, sürprizlerini dağıtmak için bayramları beklemez.
Yolculuklarınız
uzundur mevsimler boyu bitmez.
Entarinizdeki
leke büyür büyür, mürüvvet hayalleri ile çıkar karşınıza.
Naftalin
kokulu kazaklarınız inci kolye takıp vitrin ararlar kendilerine, satışa
sunulmak istemiyle.
Anlatmak
istediğiniz çok başkadır, insanlar en imkansızı çıkarırlar, sizi güldürmek
için.
Ve
perdeler çekildiği zaman küser güneş.
“Anita, her
hayat bir dünya; her dünya, başka başka. Anita, anla...”
Naz Ferniba
Naz Ferniba
Beklemek..
Masalsılık diye tutturmuş, şehrin Haliç sularına
sahici yalanlarımı atmışım, sararmış bir fotoğraftayım, anla azınlığım, her şey
kadar ahşap ve eski ve biraz terk edilmiş nadirliğim mekân kadar, kendime
dairdir -bütün geçmişimle- anlattıklarım bir eski zaman kalıntısı... beklerim
Durağa geleli yarım saat olmuştu. Beklemekten
bacakları sızlamaya başladığından küçük mesafede gidip gelmeyi denedi. “Neden
bu kadar gecikti?” diye düşündü. Daha önce hiç bu kadar beklememişti. “Hep aynı
saatte geliyorum” diyerek saatine bir daha baktı. Dörde geliyordu işte. Otobüs
bozulmuş olmalıydı. Belki de lastiklerden biri patlamıştı. Yine de hiç bu kadar
uzun süre beklediği olmamıştı. Yere oturup biraz dinlenmeye çalıştı. Karşısındaki
yüksek binaları süzdü bir süre. Onlar bitince arkalarındaki binalara göz attı.
Sonra altı şeritli yola takıldı bakışları. Yolda gidip gelen arabalar garip
görünüyordu. Hiçbir yerde hiçbir zaman durmuyorlarmış gibi sürekli hareket
hâlinde olduklarını varsaydı birden. İnsanı çileden çıkaracak derecede can
sıkıcı bir ayrıntıydı bu. Herkes nereye gidiyordu böyle?
Otobüs hâlâ görünmüyordu ortalıkta. Birilerine sorsa
iyi olacaktı, ama görünürde birileri de yoktu. Bu duraktan bir tek kendisi
biniyordu zaten. Daha önce başka bir yolcuyla da karşılaşmamıştı.
Yolun karşısındaki gündüz vakti ışıkları yanıp sönen markete gidip sormayı geçirdi aklından, ama bu risk almak demekti. En az yirmi adım ilerideki yaya geçidine gitmek, ışığı beklemek, altı şeritli yolu geçmek, markete girip sormak, sonra geri dönmek çok uzun sürebilirdi ve bu süre içinde de otobüs gelip gidebilirdi. İşte o zaman iş işten geçerdi. Üstelik sorularına yanıt alacağı da kesin değildi. Markette karşılaşacağı kişinin buradaki duraktan habersiz olma ihtimâli bile vardı. “Pardon, anlayamadım. Durak mı dediniz? Nerede, hani? Daha önce hiç otobüse binmedim. Demek yolun tam karşısında bir durak var. İnanın hiç bilmiyordum. Kusura bakmayın size yardımcı olamayacağım. Ama isterseniz müşterilere sorabilirsiniz. Belki konuyla ilgisi olan çıkar...” Falan filan... Yarım saat sürme ihtimâli olabilecek bir duruma girmemeliydi. “Düşünmesi dahi tahammül edilir gibi değil” diye mırıldandı. Vazgeçti.
Yolun karşısındaki gündüz vakti ışıkları yanıp sönen markete gidip sormayı geçirdi aklından, ama bu risk almak demekti. En az yirmi adım ilerideki yaya geçidine gitmek, ışığı beklemek, altı şeritli yolu geçmek, markete girip sormak, sonra geri dönmek çok uzun sürebilirdi ve bu süre içinde de otobüs gelip gidebilirdi. İşte o zaman iş işten geçerdi. Üstelik sorularına yanıt alacağı da kesin değildi. Markette karşılaşacağı kişinin buradaki duraktan habersiz olma ihtimâli bile vardı. “Pardon, anlayamadım. Durak mı dediniz? Nerede, hani? Daha önce hiç otobüse binmedim. Demek yolun tam karşısında bir durak var. İnanın hiç bilmiyordum. Kusura bakmayın size yardımcı olamayacağım. Ama isterseniz müşterilere sorabilirsiniz. Belki konuyla ilgisi olan çıkar...” Falan filan... Yarım saat sürme ihtimâli olabilecek bir duruma girmemeliydi. “Düşünmesi dahi tahammül edilir gibi değil” diye mırıldandı. Vazgeçti.
Biraz daha beklemeliydi, nasılsa gelirdi. Hiç
gelmediği olmamıştı, aslında geciktiği de hiç olmamıştı. Kesin önemli bir sorun
çıkmıştı. Saat beşi geçiyordu işte. Beklemek korkunçtu. Berbat hissediyordu
insan kendisini. Bunu ancak bekleyen anlayabilirdi. Hayatında hiç beklememiş
olan bilemezdi. Çantasını başının altına koyup uzandı. Gökyüzünü gezindi bir
süre. Berrak mavide dolanan beyaz öbekleri saydı. Ama hâla otobüs gelmemişti.
“Ne olacak şimdi?” diye düşündü. Sağda solda, kaldırımda, bu tarafta, karşı
tarafta hiç yürüyen insan yoktu. Kimse yürümeyi denemiyordu burada. Belki de bu
yüzden otobüs gelmekten vazgeçmişti. Neden olmasındı. Mümkündü tabiî. “Ben
varım ama, otobüs bunu çok iyi biliyor. Her gün aynı saatte burada bekliyorum”
diye düşündü. Sanki biraz da öfkelenmişti. Düşüncesinden geçen kelimeler biraz
sert vurgu yapmış gibi geldi ona. Sakinleşmeliydi. Şimdi bir otobüs yüzünden
gerilmenin hiç sırası değildi. Dünya hâli. Her şey, her zaman yolunda gidecek
diye bir kaide yoktu sonuçta. Ara sıra değişiklik yaşamanın tadına varmalıydı.
Yine de biraz sıkıcıydı. Yani işin içinde beklemek olmasaydı belki keyifli
olabilirdi ufak değişiklikler. Beklemenin sinirleri bozan tarafı ağır
basıyordu.
Gözlerini kapattı. Uyuyakaldığında arabalar hâlâ
yolda akıyordu. Anlık rüyasında büyük beyaz bir otobüsü kovaladığını gördü. Dar
sokaklardan geçerken otobüs çarpmamak için bir incelip bir kalınlaşıyor, bazen
karşısına çıkanların üzerinden zıplıyordu. “Hiç böyle otobüs görmemiştim” diye
düşündü. Arkasından koşarken bir yandan da ona sesleniyordu var gücüyle: “Hey
dur! Beni almayı unuttun!” Ne çok bağırmıştı ki, kısık sesini kendisi bile
duyamamıştı. Çok zamandır otobüs önde o arkada bu vaziyette idiler demek ki.
Birden şehir bitti. Yol bitti. Zemin bitti. Uçmaya başladılar. Neredeyse bir
kelaynak ile çarpışıyordu. “Önüne baksana, uçmayı bilmiyorsan ne işin var
burada? İn aşağıya!” diye çıkışan kelaynak ile konuşabilmeyi diledi bir an. Tam
bir şey söyleyecekken otobüsün karanlığın içinde kaybolmak üzere olduğunu fark etti.
“Eyvah! Kaybedeceğim” diyerek uçuşunu hızlandırdı. Otobüs bir kara deliğin
içine atlamıştı.
Yoldan hızla geçen itfaiye arabasının siren sesiyle
korkuyla yerinde zıplayarak uyandığında önce nerede olduğunu anlayamadı.
“Burası da neresi böyle? Ne işim var benim burada?” diye mırıldandı. Otobüs
durağında olduğunu fark edince rüyasındaki otobüs hayâl meyal canlandı gözünde.
Ayağa kalkıp çantasını sırtına aldı ve yürümeye başladı. “Hiçbir şeyi
beklememeliyim” dedi. Bekleyerek kim bilir neleri kaçırmıştı. Bu kadar hızlı
bir hayatta beklemek gerilemek demekti. Şimdi, nelerden geri kalmış
olabileceğini kestirmeye çalışıyordu. Ama ne kadar düşünürse düşünsün bunu
bilebilmesi mümkün değildi.
Balad’ta bir Arnavut kaldırımı yokuş...
Masalsılıkla karışık, Haliç sularına sahici
yalanlarımı atmışım.
Sararmış bir fotoğraf kenarında, anla
Azınlığım, her şey kadar ahşap, eski, terkedilmiş..
Nadirliğim mekân kadar, bir eski zaman kalıntısı...
Beklerim..
Naz Ferniba
Naz Ferniba
10 Aralık 2015 Perşembe
İnsan Nefesine Hasret..
Çıplak
olarak ölü bulunduğunda Romy Schneider'ın avucunda sıkışmış bir kağıt
parçasından, babası Wolf Albach-Retty'nin bir zamanlar kendisine yazıp bir yaş
gününde hediye ettiği şu sözler okunuyordu:
Steck deine Kindheit in die Tasche und renne davon, denn das ist alles, was du hast!
Kısaca anlamı şu:
Çocukluğunu cebine sıkıştırıp kaç buralardan, çünkü sadece senin olan tek şeydir o!
İçine düştüğü gayya kuyusundan bir türlü çıkamayan, ne eli yüzü... her yeri yara bere içindeki yavrusuna bir baba bundan başka daha ne söyleyebilirdi?
Tam da rüya ile riyanın kesiştiği o noktada. Şöhretin zirvesinde.
Umudun yinelenişi.
Ufkun çizilişi.
Yolun.
Tutunamayanlara çığlık.
Gelmiş geçmiş zamanların en güzel tutunamayanına...
Romy Schneider'e...
Ne ki Orson Wells'in yönettiği ünlü Le Procès'deki (1961) şımarık kıza değil, Visconti'nin Boccacio '70'indeki (1961) mahzun dilbere...
Schneider'ın gözleri, sanırım bir kadına yakışabilecek hüznün en mahrem tecelligâhı...
Önce aşk acısı... sonra evlat acısı...
Onunkisi kendine bir türlü ulaşamayan bir kadının hikâyesiydi.
Kafka'nın Şato'su gibi. Kendine bir türlü ulaşamaz. Ne kadar yaklaşsa, o kadar uzaklaşır kendinden.
Penceredeki kadındır o! Camdaki kadın...
Pierre Granier-Deferre'in yönettiği filmdeki naif kadının ta kendisi!
Gerçekte bir ideolojiye, bir fikre, bir çıkara değil, sadece aşka inanan bir burjuva kadınının trajedisi... tüm yalınlığıyla....
Brigitte Bardot'nun tam da karşıtıdır bu yüzden.
Biri ne kadar beden, ne kadar şehvet, ne kadar et ise, diğeri de o kadar göz yaşıdır... mahzâ hüzündür... biteviye kaybediştir...
Tutunamayışın... düşüşün... zayıflığın.... güçsüzlüğün simgesidir Romy Schneider.
Kadın asaletinin simgesi...
Bu yüzden güzeldir.
Bir türlü çocukluğunu cebine sıkıştırıp yollara düşemez.
Yenilir.
Dücane Cündioğlu
(Meraklılar için: http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=cts&haberno=1064)
Steck deine Kindheit in die Tasche und renne davon, denn das ist alles, was du hast!
Kısaca anlamı şu:
Çocukluğunu cebine sıkıştırıp kaç buralardan, çünkü sadece senin olan tek şeydir o!
İçine düştüğü gayya kuyusundan bir türlü çıkamayan, ne eli yüzü... her yeri yara bere içindeki yavrusuna bir baba bundan başka daha ne söyleyebilirdi?
Tam da rüya ile riyanın kesiştiği o noktada. Şöhretin zirvesinde.
Umudun yinelenişi.
Ufkun çizilişi.
Yolun.
Tutunamayanlara çığlık.
Gelmiş geçmiş zamanların en güzel tutunamayanına...
Romy Schneider'e...
Ne ki Orson Wells'in yönettiği ünlü Le Procès'deki (1961) şımarık kıza değil, Visconti'nin Boccacio '70'indeki (1961) mahzun dilbere...
Schneider'ın gözleri, sanırım bir kadına yakışabilecek hüznün en mahrem tecelligâhı...
Önce aşk acısı... sonra evlat acısı...
Onunkisi kendine bir türlü ulaşamayan bir kadının hikâyesiydi.
Kafka'nın Şato'su gibi. Kendine bir türlü ulaşamaz. Ne kadar yaklaşsa, o kadar uzaklaşır kendinden.
Penceredeki kadındır o! Camdaki kadın...
Pierre Granier-Deferre'in yönettiği filmdeki naif kadının ta kendisi!
Gerçekte bir ideolojiye, bir fikre, bir çıkara değil, sadece aşka inanan bir burjuva kadınının trajedisi... tüm yalınlığıyla....
Brigitte Bardot'nun tam da karşıtıdır bu yüzden.
Biri ne kadar beden, ne kadar şehvet, ne kadar et ise, diğeri de o kadar göz yaşıdır... mahzâ hüzündür... biteviye kaybediştir...
Tutunamayışın... düşüşün... zayıflığın.... güçsüzlüğün simgesidir Romy Schneider.
Kadın asaletinin simgesi...
Bu yüzden güzeldir.
Bir türlü çocukluğunu cebine sıkıştırıp yollara düşemez.
Yenilir.
Dücane Cündioğlu
(Meraklılar için:
Nazım Hikmet Otobiyografisi..
"Kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir,
ben ayrılıkların...
Kimi
insan ezbere sayar yıldızların adını,
ben hasretlerin.."
Nazım Hikmet Ran
Nazım Hikmet Ran
İçinden Yalnızlık Geçen Bir Cümle Kur..
İçinden yalnızlık geçen bir cümle kuruyorum..
İçimden geçiyor yalnızlık..
İçim geçiyor..
Çiçeğine küsmüş bir bahar bendeki..
Olur mu çiçeksiz bahar?
Gün sonu suya vuran ikindilerden, çekip alıyorum zamanın gölgesini..
Yorgun gövdemi, serin bir cami duvarına bırakıyorum..
Kayıp düşlerim, dağılan tespih tanelerinde..
Onlar gidiyor, ben kalıyorum..
Ha.
İçimden geçiyor yalnızlık..
İçim geçiyor..
Çiçeğine küsmüş bir bahar bendeki..
Olur mu çiçeksiz bahar?
Gün sonu suya vuran ikindilerden, çekip alıyorum zamanın gölgesini..
Yorgun gövdemi, serin bir cami duvarına bırakıyorum..
Kayıp düşlerim, dağılan tespih tanelerinde..
Onlar gidiyor, ben kalıyorum..
Ha.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)