Karanlık, birden inerdi bu şehre.
Gün sonunun ağırlığı karışırken görkemli binaların son uğultularına koltuğumda bir ekmek ve üzerimde biten günün kiri, pası, yorgunluğuyla atardım kendimi bekar odama.. Soğuk duvarların halden anlamazlığını bilirdim bilmesine de o dört duvara sığınmak benim için bütün mesainin yükünden arınmak olurdu. Uzadıkça uzayan, bir türlü bitmek bilmeyen yapış yapış yaz mevsiminin, yerini güze terk etmeye başlaması azımsanır bir şey değildi. Kışa terk edilen park köşelerini tekrar keşfetmek, çay ocaklarının deminde bir başıma demlenmek... Yeniden dünyaya gelmek gibiydi.
Bir gurbet sancısı değildi bağrımı dağlayan. Uğruna yıllarımı heba ettiğim bir sevda, hiç değildi. Bu soğuk, bu beton, bu gri şehir; bütün açmazlarımın ortasında sarıp sarmalarken beni, her akşam, her gece üstüme örterken karanlığını, içimi yakan, gözümde acı acı tüten bir memleket özlemi de değildi.
Hoş gidecek bir memleketim de yoktu çok uzun zamandır. Silik hatıraların arasında tozlanmaya bıraktığım o memleketi, çoktan toprağa vermiştim ben, annemin cansız bedeniyle birlikte...
Sahi, annem...
Bir ince dal, bir kırgın gül, bir solgun güz yaprağı...
Babamı hiç tanımadım ben. Ne zaman adı geçecek olsa göğü kaplayan kara bulutlar misali annemin yüzüne yayılan bitimsiz keder, hiç bulunmamam gereken bir sınıra yaklaştığımı ve susmam gerektiğini hatırlatırdı bana..
Susardım.
Susardı annem.
Şehirler, dağlar denizler geçerdi aramızdan.
Bir boşluk, amansızca büyürdü..
Susardık...
Babamı hiç tanımadım ben.
Uzun boyu, hafif kırlaşmış saçlarıyla eve ekmek getiren bir babam olmadı benim. Kavgalarımda arkamda duran, sevinçlerimi kucağında kabarttığım, gözyaşlarımı omuzlarında kuruttuğum bir babam..
Okul dönüşlerinde beni bağrına basan bir annem vardı sadece, yüzünde anlık tebessümlerle..
-Oğlum, derdi, oğlum.
Yüzündeki o uçucu mutluluğun hep öyle kalmasını dilerdim. Sanki ben onu sevsem sanki ben onu daha çok sevsem daha sıkı sarılsam annemin hüznü yok olup gidecek, o tebessüm yüzünde asılı kalacak.
-Annem, derdim.
Bir kez daha yürekten.
-Annem...
Çocukluk işte.
Bilmezdim. Bilemezdim.
Bazı kırılmışlıkları onarmaya sevgi yetmiyormuş. Bunu, omuzlarımdan yılları bir bir devirirken öğrendim.
Durmaksızın kanayan bir yaranın insanı ne denli yoracağını, ayakta durabilmek adına insanın kendinden neler verebileceğini de tecrübelerimle sabitledim ama o zamanlar çocuktum. Bilemezdim.
Annemin yalnızlığı, bir dağ yalnızlığıydı.
Mutfaktan yayılan yemek buğusuna karışırken o içli türkü sözleri, pencereden izlediği o bitimsiz ova, ne anlatırdı anneme acaba? Örgü örerken her ilmeğinde bir kederi düğümlerdi sanki, gözlerimi gözlerinden ayırmadığımı fark etmeden.
Bir fincan kahvenin kokusundaydı annem. Bir duanın sızısında. Bir türkünün en kırılgan makamında.
Akşamın kızılında. Gecenin ayazında.
"Annemin yanında hissettiğim en derin duygu, yalnızlıktı." Yalnızlık, belki de anneden oğula miras kalıyordu, kim bilir?
Şimdilerde, bu kalabalık şehrin en koyu yalnızlığında annemi ne zaman düşünsem amansız bir yangın sarar ruhumu. Bazı insanların bu dünya için olmadığını düşünürüm. Hassas kalplerin yüzleşemeyeceği bir yer bu dünya, diye geçiririm içimden her seferinde.
Yollar, yıllar aştım. Kimliksiz şehirlerde avutmaya çalıştım ruhumun köşelerini. Hayat denen karmaşanın birçok zorluğuna göğüs gerdim. Dayanamam, dediğim nice acı, bir duvara benzetti gamlı yüreğimi. Her bir derdi tesbih ettim de bir ikindi sonlarının hüzün yüklü ağırlığından bir de annemin yüreğime mıhladığı yalnızlıktan kurtulamadım.
İşte yine güze dönüyor mevsim. Yine tenhalaşıyor sokaklar, fikrimde yine ulaşılmaz uzaklıklar..
Anne!
Beni neden bıraktın?
Ha.
Gün sonunun ağırlığı karışırken görkemli binaların son uğultularına koltuğumda bir ekmek ve üzerimde biten günün kiri, pası, yorgunluğuyla atardım kendimi bekar odama.. Soğuk duvarların halden anlamazlığını bilirdim bilmesine de o dört duvara sığınmak benim için bütün mesainin yükünden arınmak olurdu. Uzadıkça uzayan, bir türlü bitmek bilmeyen yapış yapış yaz mevsiminin, yerini güze terk etmeye başlaması azımsanır bir şey değildi. Kışa terk edilen park köşelerini tekrar keşfetmek, çay ocaklarının deminde bir başıma demlenmek... Yeniden dünyaya gelmek gibiydi.
Bir gurbet sancısı değildi bağrımı dağlayan. Uğruna yıllarımı heba ettiğim bir sevda, hiç değildi. Bu soğuk, bu beton, bu gri şehir; bütün açmazlarımın ortasında sarıp sarmalarken beni, her akşam, her gece üstüme örterken karanlığını, içimi yakan, gözümde acı acı tüten bir memleket özlemi de değildi.
Hoş gidecek bir memleketim de yoktu çok uzun zamandır. Silik hatıraların arasında tozlanmaya bıraktığım o memleketi, çoktan toprağa vermiştim ben, annemin cansız bedeniyle birlikte...
Sahi, annem...
Bir ince dal, bir kırgın gül, bir solgun güz yaprağı...
Babamı hiç tanımadım ben. Ne zaman adı geçecek olsa göğü kaplayan kara bulutlar misali annemin yüzüne yayılan bitimsiz keder, hiç bulunmamam gereken bir sınıra yaklaştığımı ve susmam gerektiğini hatırlatırdı bana..
Susardım.
Susardı annem.
Şehirler, dağlar denizler geçerdi aramızdan.
Bir boşluk, amansızca büyürdü..
Susardık...
Babamı hiç tanımadım ben.
Uzun boyu, hafif kırlaşmış saçlarıyla eve ekmek getiren bir babam olmadı benim. Kavgalarımda arkamda duran, sevinçlerimi kucağında kabarttığım, gözyaşlarımı omuzlarında kuruttuğum bir babam..
Okul dönüşlerinde beni bağrına basan bir annem vardı sadece, yüzünde anlık tebessümlerle..
-Oğlum, derdi, oğlum.
Yüzündeki o uçucu mutluluğun hep öyle kalmasını dilerdim. Sanki ben onu sevsem sanki ben onu daha çok sevsem daha sıkı sarılsam annemin hüznü yok olup gidecek, o tebessüm yüzünde asılı kalacak.
-Annem, derdim.
Bir kez daha yürekten.
-Annem...
Çocukluk işte.
Bilmezdim. Bilemezdim.
Bazı kırılmışlıkları onarmaya sevgi yetmiyormuş. Bunu, omuzlarımdan yılları bir bir devirirken öğrendim.
Durmaksızın kanayan bir yaranın insanı ne denli yoracağını, ayakta durabilmek adına insanın kendinden neler verebileceğini de tecrübelerimle sabitledim ama o zamanlar çocuktum. Bilemezdim.
Annemin yalnızlığı, bir dağ yalnızlığıydı.
Mutfaktan yayılan yemek buğusuna karışırken o içli türkü sözleri, pencereden izlediği o bitimsiz ova, ne anlatırdı anneme acaba? Örgü örerken her ilmeğinde bir kederi düğümlerdi sanki, gözlerimi gözlerinden ayırmadığımı fark etmeden.
Bir fincan kahvenin kokusundaydı annem. Bir duanın sızısında. Bir türkünün en kırılgan makamında.
Akşamın kızılında. Gecenin ayazında.
"Annemin yanında hissettiğim en derin duygu, yalnızlıktı." Yalnızlık, belki de anneden oğula miras kalıyordu, kim bilir?
Şimdilerde, bu kalabalık şehrin en koyu yalnızlığında annemi ne zaman düşünsem amansız bir yangın sarar ruhumu. Bazı insanların bu dünya için olmadığını düşünürüm. Hassas kalplerin yüzleşemeyeceği bir yer bu dünya, diye geçiririm içimden her seferinde.
Yollar, yıllar aştım. Kimliksiz şehirlerde avutmaya çalıştım ruhumun köşelerini. Hayat denen karmaşanın birçok zorluğuna göğüs gerdim. Dayanamam, dediğim nice acı, bir duvara benzetti gamlı yüreğimi. Her bir derdi tesbih ettim de bir ikindi sonlarının hüzün yüklü ağırlığından bir de annemin yüreğime mıhladığı yalnızlıktan kurtulamadım.
İşte yine güze dönüyor mevsim. Yine tenhalaşıyor sokaklar, fikrimde yine ulaşılmaz uzaklıklar..
Anne!
Beni neden bıraktın?
Ha.